ÖZBEKİSTAN-BHA

Ben, Fergana bölgesinin Kuvasoy şehrinde ünlü aşçı Arif ata'nın evinde dünyaya geldim. Benden büyük ablam Qunduzoy ve küçük kardeşim Mevlancan, bir yaşına bile gelmeden vefat etmişler. Babam, "Eğer düzgün doktorlar olsaydı, ablan ve kardeşin ölmezdi. Sen okuyup doktor olmalısın," derdi. Bu sözler kulağıma kazındı ve herkese "Harika bir doktor olacağım" diye söz verdim.

Gerçekten de cerrah olmak istiyordum. İlk "ameliyatlarımı" kurbağalar üzerinde gerçekleştirdim. Tombul kurbağaları yakalayıp, "dime-drol" ile uyutup, uyumayanlara çift doz ilaç verirdim. Ölürlerse diye önceden rızalarını alırdım...

Annemin bembeyaz bir önlüğü vardı. Kendisi uzun boylu oldugu için ben giydiğimde yerleri süpürürdü. Şapkası ise gözlerimi kapatırdi. Annemin "biks"inden (özel ilaç kutusu) "skalpel"ini (bistüri) çalıp, amcamın votkasına batırır, kurbağaları keserdim. Şimdi o yaptıklarımı hatırladıkça hayvanlara zarar verdiğim için utanıyorum. Ama o zamanlar tombul kurbağaların içinde ne olduğunu merak ederdim.

Kalbi nasıl atıyor? Karaciğeri nasıl? Akciğeri var mı? Böbreği büyük mü? Neden şişmanlıyor? Neden vıraklıyor? Bu soruların cevaplarını bulmak isterdim.

Ama cerrah olmak için cesur bir yürek ve soğukkanlı bir kalp gerektiğini çocukken anladım. Ameliyat sırasında canlanan, karnında iğnesiyle suya atlayan, ertesi gün kokmuş göl yüzeyinde şişmiş yatan ilk hastalarımı görünce cerrah olma fikrinden vazgeçtim. Mecburen sonraki dersleri "Sağlık" dergisi ve hemşire olarak çalışan annemin kitaplarından öğrenmek zorunda kaldım. Evimizde büyükçe bir "Anatomi atlası" da vardı. Orada insanın bağırsaklarından beyin ve böbreklerine kadar renkli resimlerle gösterilmişti. Bazen benden küçükleri yatırıp, vücut organlarının yerlerini kalemle çizip, kitaptaki resimlerle karşılaştırırdım. Hangi damar nereye gidiyor, ne görev yapıyor, anlatmam saatler alırdı, kardeşlerim ise hıçkırarak uyuyakalırdı.

Muazzam Ibrahimova

Sadece teorik bilgilerle yetinmeyip, pratikle de ilgilenirdim. Kanadı kırılmış serçeler, ayağı incinmiş kediler, boğulmuş buzağıları tedavi ettiğim yalan değil. Bir seferinde dereden yarı ölü halde bulunan bir sansarı "reanimasyon" yapıp, sonra göbeğimden kırk iğne aldım. Genel olarak köpek, kedi ve diğer "dört ayaklı hastalarım" minnettarlıklarını ısırarak ifade ederler, ben ise her zamanki gibi hastanenin travmatoloji bölümünde doktor Sotkinov'un gözetiminde "keyifle" göbeğimden iğne alırdım.

Eh, yine de birçok hayvanı hayata döndürdüm. Ama "Jack" lakaplı sarı köpeğim uzun süre rüyama girip, "Ablacığım, beni gazyağında yıkamaktansa pireli gezmem daha iyiydi!" diyerek kalbimi sızlatırdı.

Bir gün büyükannemin evine gittiğimde, koyunu doğurmak üzereydi. Üç kuzucuk doğmuş, "Masha" hala kıpır kıpırdı. Ona yardım eden büyükannem de oldukça yorulmuştu, bu yüzden sevindim. Son olarak üç ay önce komşunun kedisini doğurtmuştum. Kedi delisi Bahri hala sevinçle "dondurma" için yirmi tiyin vermişti. O gün kedi, bu koyun! Büyükannem de elimi parasiz birakmaz! Dedemden de bir şeyler koparırım.

-Büyükanne, çekil, ben hallederim.

Annemin annesi hastanede temizlikçi olarak çalışsa da, köpek, kedi doğurtan torununa "hayır" diyebilir mi? Bir kenara geçip, yerini boşalttı.

Aslında yeni elbisemi giyip övünmeye gelmiştim. Ama o anda elbisem de aklımdan çıktı, işe koyuldum.

-Büyükanne, gerçekten dördüncüsü var mı? Çıkmıyor ki!

Üç kuzucuğu havluyla silip, annesinin önüne koyan büyükannem gülümseyerek cevap verdi:

-Var, var...

Bir kuzucuklara, bir kuzucuklerin annesine sevgi gösteren büyükannem özbekçe rusçasını karıştırıyordu. Bütün köyün anlattığı hikayelerin kahramanı da büyükannemdi!

Bir olay, ben doğmadan önce olmuş. Anlatılanlara göre, hastanede yerleri temizleyen büyükannem biraz Rusça bilirmiş. Bir gün "Acil yardım" karnından yaralanmış ağır bir hastayı getirip, hemen büyükannemi çağırmışlar. Rus doktor ona yalvarmış:

-Safura, hastanin akrabalarından sor, ne olmuş?

Ağlayan akrabalar, hastanın büyük bir boğa tarafından saldırıya uğradığını söylemişler.

-Ne olmuş? Tercüme et


Çeviriyi bekleyen doktor acele ettikçe, "boğa"nın çevirisi bir türlü bulunamamış. Sonunda büyükannem gülümseyerek:

-Doktor, sen inek'i biliyor musun?

-Evet, demiş doktor, şaşkınlıkla.

-İneğin kocası vardır. İşte... Hastani ineğin kocası vurmuş!

Çeviriyi zor anlayan doktor, karnı yarılmış hastayı unutup, kahkahalarla gülmüş.

Olayı görenlerin ağzından yayılan bu hikaye herkesin yüzünde tebessüm oluşturuyordu..


Son, zayıf kuzucuğu zorla çekip aldim. Onu eski bir havluyla silip, annesinin önüne koymak istedim ama önce dedeme övünmek için avluya koştum. Rahmetli dedem kayısı ağacının tepesindeydi. Kucağımdaki "bebek"i görüp sevindi ama hemen onu annesine götürmemi söyleyerek bağırdı:

-Ağıl'a götür! Misha'nın huyu kötü, evladım. Yavrusunu kıskanır.

Dedemde yorulmuş. Koyunun adını da karıştırıyor, diye düşündüm ve gülümsedim:

-Misha değil, M-a-s-h-a, dede. Yanlişma!. Şimdi, Abdubannop amcaya da gösterip çıkayım.

Dedem kayısı ağacından aşağıya inerek sesini daha da yükseltti:

"Yapma. Maşa degil Mişanin moralı buzuk! Dur! Sokağa çıkma! Ahıra dön!"

Dedemin bağırmasına aldırmadan, kuzuyu kucağımdan bırakmadan sokağa koştum. Hangi evden başlasam acaba?

Sağ taraftan, hadi gidelim.

Nilüferlerin evi, Mu'tabar, Kobil, Nigora... kısacası beş-altı avluye girip, övünerek Maşa'nın doğumunu abartarak anlattım, fırsattan istifade önceki "kahramanlıklarımı" da bir-iki tane anlattım.

Sonuç olarak:
-Maşa hiç zorlanmadı. Doğru, o Bahri hala'nın kedisi ya da Sadık amcanın köpeği değil ama önünde deneyimli bir doktoru görünce mutlu oldu. Şimdi Maşa'ya hemşire bakıyor."

Ağızlar açık kaldı. Ah, keşke yorulmasam da bütün Kuvasoy'a övünerek çıksam...

Özellikle Muzaffer kardeşime "komutan" diyen Abduvali amca farklı bir sevinçle, Nazire hala'nın sakladığı "Karakum" çikolatasıyla ikram etti.

Biliyorum, def çalan Nazire hala bu şekerlemeleri düğünlerden kazandığı parayla alır. Düğünlerde şarki soylese düğün sahipleri ve misafirler eşarp, kumaş ve bol para verirler.

Bir dügünde o, gelin selamına geç kaldığında büyük bir olay olmuştu. Başka "şarkıcı" bulunamadığı için sesime güvenip halkın arasına çıktığımı fark etmemişim.

İki mısra söyledim.
Millet "oooo" diye bağırarak alkışladılar, ardından para sıkıştırmaya başladılar. İlhamım taşmıştı, hatırlamadığım yerleri uydurdum. Bir anda, yankılı sesime davul sesi ve def sesi eklendi. Baktım ki ter içinde kalmış Nazire hala ikinci mikrofonu almış, coşmuş. Şimdi hala, amca, dayıdan başlayıp gelin ve damadın getirdiği otobüs şoförüne kadar herkese selam söylüyor. Kendi gülümsüyor, deve dişi yüzüklerini sallayarak, altın dişlerini göstererek, coşkuyla şarkı söylüyor ve bana kaş göz işaretiyle halkın arasından çıkmamı emrediyordu.
Çıkmadım. Bilerek sonuna kadar durdum. Doğrusunu söylemek gerekirse, sesim daha güzeldi.
Şarki ile yaklaşık elli kişiye selam söylendi galiba. Allah, peygamberler, kayınpeder, kayınvalide... komşular, mağazacılar, pazarcılar, şehir yönetimi, nikah dairesi, doktorlar, öğretmenler, benzin istasyonu çalışanları... Sonuç olarak, düğün salonunda bir köşede kaloriferci olarak çalışan Hasan kel'e kadar selam veren gelinin beli kopmadığına hayran kaldım.

Selamlar bittikten sonra sanatçılar gibi teşekkür edip çıkarken Nazire hala beni bir kenara çağırıp elimdeki paraların, kumaşların ve eşarpların yarısını alıp azarladı:

"Köprükbaşına bir tane Nazire hala yeter! Git dersini yap!"

Çok üzüldüm. Ama
Eve gelip mahallede "sanatçılık" yaptığım için annemden güzelce dayak yedim. Babam ise düğünlere, genel olarak mahalledeki tüm etkinliklere gitmemi yasakladı....

...Ya.. kuzucukler hakinde'ydi hikaye.

Sonuç olarak, Abduvali amcanın elinden "Karakum"ları alırken Nazire hala ortaya çıktı. Çikolataya bile el sürmesin diye kuzuyu işaret ederek gülümsedim:

"Kızmayın, artık Nazire hala olmayacağım! İşte, Maşa'nın yavrusu. Kendim aldım. Doktorluk yapdim. Büyükannem sadece yardım etti.

Sözlerim hoşuna gitmiş olacak ki gülümseyerek eve koştu. Bir tane ipek eşarp çıkarıp başıma attı:

"Bu sevinç payı!"

Harika! Diğer evlere de koştum. Ama onlardan böyle "sevinç payı" çıkmadı. Sadece karısıyla birlikte bahçede çalışan Abdurahman dede güzel dua etti...

İyice yorulup artık kuzuyu annesine geri vereyim diye büyükannemin evine koştum.

Ancak bir kanadı kırık kapıdan içeri adım attığımda karşımda gözleri kan dolu bir koyunla karşılaştım ve donakaldım, tüm gücümle bağırdım:

-Dedeeeee!

Dedem bir felaket sezmiş olacak ki kayısı ağacından inip benim tarafıma koştu. O hayvanla benim arama girip ikimize de yalvarmaya başladı.

"Mişa, saldırma! Şimdi yavrunu sene verecem.
Sakin ol, sakin ol... Muazzam, kuzuyu yere bırak."

Anlaşılan, dedem az önce "Maşa değil, Mişa" dediğinde kuzuların babası hakinde bahs etmiş.

-Muazzam, kuzuyu yere bırak! Mişa'nın moralı çok kötü. Üzerindeki elbise, ceket, kurdele de kırmızı..."

Sonra koça bakarak ona yalvarmaya devam etti:

"Mişa, torunuma saldırma! O geleceğin doktoru. O küçük yavruna kendi doğum yaptırmış. Sapuraaaa neredesin?"

Ahırdan koşarak çıkan büyükannem durumu görünce içeri koştu. Kalan üç kuzuyu kucaklayıp çıkıp koça bakarak bağırdı:

-Miş, hey Miş. İşte, kalan yavrularına bak! ... Maşaaa, dışarı çık. Kuzularını babasına bir şey söyle!"

Tövbe, koyunların insan dilini anladığını o zaman gördüm. Büyükannemin sözünden sonra "baaa"layarak ahırdan çıkan Maşa zorla yürüyerek Mişa koçun önüne gelip bir şeyler söyledi...

Ama nerede, kızgın koç onu dinler mi? Gözleri hala bende, Maşa'nın sözlerini umursamadan, yeri eşelemeye başladı.

Sinirlenmeye başladım.
-Hayvan! Sonuçta, yavrunu dünyaya getiren doktora kıziyorsun.

-Maşa- dedim, koyuna bakarak, - Eşine hiç yalvarma, bu tamamen deli! Ben ilk kez bir koyun doğumuna yardım ettim ama bu azgın teşekkür etmek yerine saldırıyor. Al, kuzunu sadece sana vereceğim! Bak, ne kadar tatlı. Ben cerrah olmak istiyordum aslında. Kurbağalar dayanamadı. Artık doğum yaptıran doktor olacağım. Maşa, sen benim ilk hastamsın! Biraz acele etmeseydin ilk üç yavrunu da ben alırdım. Eee, ona yalvarma! Al, kuzunu!"

"Hey!" dedi dedem, ateşli konuşmamı keserek, "Ne diyorsun çocuk? Bunlar insan değil, koyun! Mişa'nın boynuzlarını görüyor musun? Beni üç kez saldırdı. Kuzuyu yere bırakıp kaç! 'Pazik'in kapısi açik.

"Pazik" dedemin bindiği sarı otobüstü. Oraya kadar on adım kalmıştı.

"Muazzam, şimdi saldıracak. Kuzuyu yere bırak! Boynuzunu sana doğrultuyor, bak!"

Dedemin sözünden sonra Mişa'nın boynuzuna dikkat ettim. Gerçekten de, o korkunç, televizyonda haftada bir yayınlanan "Hayvanlar Dünyası"nda savaşan dağ keçilerinin boynuzları gibi kıvrılmış, iyi tıraşlanmış, kara kalem gibi ucu da oldukça keskinmiş. Az önceye kadar hatırlamadığım gözlerindeki kanı da televizyonda görmüştüm! O zaman anladım ki karşımda koç değil, o programda kırmızı bez tutan matadoru süzecekmiş gibi hırlayan bir boğa duruyordu.

Dizlerim titredi, kıpkırmızı elbiseme baktım. Rengim soldu, dilim dolaşarak kuzuyu yere bırakmaya başladım. Ama o zaman bile dilim durmadı:

Kayseri'deki o kupayı kaldıracak yüreğimiz de, inancımız da tam! Kayseri'deki o kupayı kaldıracak yüreğimiz de, inancımız da tam!

"Al! Al yavrunu hayvan! Babam kardeşimi hastaneden çıkarırken on som vermişti, cimri! Senin gibi 'cimri'yi şimdi gördüm. Sadece... sadece saldırma! Elbisem yeni. Yırtarsan annemden azar işitirim. Birinci Mayıs için yeni diktirmişlerdi. Terzinin parasını da henüz vermedik. İşte... Bir, iki, üç!"

Kuzuyu yere bırakıp kaçtım. Sadece kapısı açık otobüse değil, üç-dört adım daha yakın olan "Zaporozhets" arabasının üzerine atladım.

Hayvan! Kızgın koç! Yavrusuna bile bakmadan, arkamdan koşup tüm gücüyle kafasını vurdu. Bir, iki, üç, dört, beş... saymayı bile unuttum.

"Daha beter ol! Yine de bana yetişemedin! Arabayı saldırıyorsun aptal! Ben 'Zaporozhets'in üzerindeyim, deli!"

Onu alaya alarak arabanın üzerinde dans ettikçe , koç da iyice kudurdu...

Dedemse, onu kısa ipinden çekip zapt edemeyince, ipte asılı gelinimin kırmızı başörtüsünü kaptı ve adeta televizyondaki matadora dönüştü. Manzara korkunçtu! Seyirciler ise — üç kuzuyu kucaklayıp bir oraya bir buraya koşan büyükannem ve dördüncü kuzusuna bile bakmadan şaşkınlığa düşen Maşa idi.

Bu sahne ne kadar sürdü, bilmiyorum. Sonunda Mişa’nın boynuzu “Zaporojets”in zayıf bir noktasına saplandı ve metal kısımda sıkışıp kaldı galiba; orada beş-altı defa “baaaa” diye inledikten sonra pes ettiğini fark edince aşağı atladım.

Ben sağ salimdim, elbisem de yırtılmamıştı ama kıpkırmızı “Zaporojets”in hali berbattı. Vaaay, kesin ceza alacağım. Dayımın gözbebeği gibi baktığı arabayı Mişa mahvetmiş olsa da, onu kızdıran bendim! İşten gelmeden önce kaçmalıydım. Koçla boğuşan dedemi, hâlâ titreyen büyükannemi ve kimi nasıl teselli edeceğini bilmeyen Maşa’yı şaşırtıp kendimi kapıya attım...

O günden sonra uzun süre o avluya uğramadım. Dayım ya da dedemi görsem kaçardım. “Zaporojets”in tamirinin kaça mal olduğunu da hâlâ bilmiyorum. Herkesin küskünlüğü doğum günüme kadar sürdü.

“Doktor kızım nerede?” diye içeri giren dedemin kucağından kaçamadım...

O yıl, sekizinci yaş günümde aldığım en güzel hediye, Maşa ve Mişa’nın en küçük yavrusu, kendi ellerimle dünyaya getirdiğim kuzucuk oldu. Ona oyuncak bebek gibi bakar, herkesten kıskanır, ara sıra komşulara gururla gösterirdim. Kuzucuk, Maşa gibi bir koyun olup daha birçok kuzu doğurdu. Hepsinin doğumunda ona yardım ettiğim doğru ama başka hiçbir zaman koçlardan “sevinç hediyesi” istemedim. Belki de o olaydan sonra, büyüyüp doktor olduktan sonra bile hiçbir zaman rüşvet almadım. Bazen nefsim azıcık ağır bassa, rüşvet gözüme cazip görünmeye başlasa, gözleri kanla dolu koç ve onun sivri boynuzuyla paramparça ettiği kırmızı “Zaporojets” gözümde canlanır, korkup vicdanım uyanırdı.

Bunun mükafatı ise, hayalimde kendiliğinden masum çocukluğuma dönmek olurdu. O zamanlar rahmetli dedem, büyükannem hayattaydı. Nazire hala, Cöre dayı, Abdurahmen dayi... yaşıyordu. Hepsi, kucağında kuzu taşıyan geleceğin doktoruna güzel dualar edip tebessüm ederlerdi...